Düşündüren Haberler

James Bond “İskoç Bağımsızlıkçısı” Bir Yurtsever Miydi?

James Bond “İskoç Bağımsızlıkçısı” Bir Yurtsever Miydi?

Beyazperdede İngiliz Ajanı Gerçekte İskoç Bağımsızlıkçısı

James Bond’un yaratıcısı Ian Fleming’in tüm ısrarlarına karşın “iyi, hoş da pek tanınmış biri değil” diyerek az kalsın James Bond rolünü ona vermeyecekti ünlü yapımcılar Albert “Cubby” Broccoli ile Harry Saltzman. Oysa biraz zahmet edip araştırmış olsalardı, “Erkek Güzeli” seçildikten sonra sinemaya geçen Seann Connery’nin çok önceden sıkı bir aktör olarak iyi bir yer edindiğini öğrenmiş olacaklardı.

Bond oluncaya kadar 1957 BBC yapımı “Requiem for a Heavyweight”de, 1961’de Anna Karenina’nın televizyon uyarlamasındaki başrolü unutulmazdır Connery’nin.

Neyse ki Fleming’in bastırmasıyla dünyanın en ünlü “ajanı” Bond’a hayat verdi perdede Connery. Kendisinden sonra da daha iyisini beceren olmadı. Yeri gelmişken belirtelim, neden öyle yapmıştır bilinmez ama Fleming’in Bond’u aslında tam da İngiliz olmayan, yabancı kökenleri olan bir figürdü. Ancak İngiliz sinemasında Bond, tüm İngiliz değerlerine sahip, safkan bir İngilizdir.

Bond gibi kusursuz bir İngilizi sahnede canlandıran da hayatı boyunca İskoç milliyetçiliği yapmış olan Connery’dir. Oysa, elbette düşmanlık beslemese de İskoçya’nın bağımsızlığını destekleyen biri olarak İngiltere karşıtıydı. Bu nedenle İngiliz sağının da aşırı milliyetçi çevrelerinin de tepkisini çekti yaşamı boyunca. Sağ kolundaki “sonsuza kadar İskoçya” yazılı dövmesi en hızlı Bond zamanlarında da mevcuttu.

Tam adıyla Thomas Sean Connery, İskoçya’nın Edinburgh kentinde Protestan bir anneden, Katolik bir babadan doğdu. Katolik olarak yetiştirildi ama ateist olduğuna inanan geniş bir çevre vardır. Belki de “Şeytandan korkmuyorsanız Tanrı’ya ihtiyacınız yoktur” demiş olmasındandır bu. Cümle kendisine ait değil tabii. Bir ateist olan Umberto Eco’nun Gülün Adı romanında geçen, romanın sinemada Connery’nin canlandırdığı kahramanı ateist William of Baskerville’den bir alıntıdır bu aslında. Ama Connery’nin Baskerville gibi düşündüğünün sanılmasına yol açtı haliyle.

Kuşkuya yer yok. Geri denilecek kadar muhafazakâr yaklaşımları olan biriydi; en büyük ayıbı, “yola getirmek için kadınlara vurmak gerekir” gibi şaka yollu da olsa son derece sevimsiz bir laf etmesidir. 1965’te Playboy dergisine verdiği söyleşide ettiği bu laf için ciddi pişmanlık duymuştur. “Yaptığım aptalca bir yorumdu” dediği bilinir. Çocuklarını ihmal eden bir baba oluşu da itici kılmıştır onu büyük bir kesimin gözünde.

Siyasal olarak İngiltere monarşisine karşıydı tabii. İskoçya’nın bağımsızlığını savunan İskoçya Ulusal Partisi’nin büyük destekçisiydi. Yılda 40 bin sterlin yardım yapardı bu partiye. Mitinglerinde de konuşmuştur bolca. Neden diye soranlara “Diğer tüm uluslarla eşit olmak istiyorum. Tek isteğim bu” yanıtını vermiştir. Bağımsız bir ulus oluncaya kadar İskoçya’ya gitmeyeceğini söylemiş, bu sözünü de uzun süre tutmuştu. Krallığın “Sir” unvanını iki kez reddettikten sonra sonunda kabul etmesini gerekçesini de alacağı parayla “tiyatro işlerini” rahat sürdürmek olarak açıklamıştı.

Ama kendisine “Sir” denmesinden hiç hoşlanmadı. Hep İskoç gibi davranması buna engeldi kuşkusuz. Aktör arkadaşı Harrison Ford onun için “Sean, Arap şeyhlerinden ejderhalara kadar her rolü İskoç aksanıyla oynuyor. Bir aktör olarak, ağzını her açtığında vatanını onurlandırıyor” deyişinde haklıydı. Bu yanını herkesin bilmesini isterdi Connery. Yardımseverdi. “Mr Universe” yarışmasında “Erkek Güzeli” seçildiğine aldığı tüm parayı Glasgow’daki Genç Yetimlere vermişti. “Diamonds Are Forever”den aldığı ücreti de dezavantajlı geçmişe sahip İskoçlara eğitimlerine devam etmeleri için mali yardım sağlamak üzere Scottish International Education Trust’ı kurmak için kullanmıştı.
Kimse aşırı İskoç milliyetçiliğinden ötürü onu “ırkçılık”la suçlamadı ama 1993’te, Michael Crichton’un Japon şirketlerinin vicdansızlığını ele alan romanı Rising Sun’ından uyarlanan filmindeki rolü nedeniyle “ırkçı” olduğunu söyleyenler de çıktı. Sadece bir James Bond olarak anımsanması büyük haksızlık olur. Alfred Hitchcock, 1964 yapımı Marnie’de onu Tippi Hedren’in çelişkili kocası olarak oynatmıştı ki oyunculuğu çok övülmüştür. The Hill’de (1965), The Offense’de (1973) de başarısı inkâr edilemez.

Bond gerçekten en iyi ona yakıştı. Hiçbir zaman terlemeyen, hep beyaz gömlek giyen, sadece “dry martini” içen tek “ajan”dı o. Bu özellikler “beyaz gömleğin en yakıştığı aktör” olarak ancak onda fark edilirdi.

Kimselerin öldüremediği Bond da ölürmüş. James Bond gerçekten öldü. 

Beyazperdede İngiliz ajanı gerçekte İskoç bağımsızlıkçısı...En Güzel Erkek yarışmasından aldığı tüm parayı Glasgow’daki yetimlere bağışlayacak kadar sessiz bir yardımsever, sağ koluna İskoçya dövmesi yaptıracak kadar yurtseverdi. İki kez reddettiği “Sir” unvanını kabul etmesinde Hollywood’un da baskısı etkili olmuştu. Hiçbir zaman terlemeyen, hep beyaz gömlek giyen, sadece dry martini içen tek “ajan”dı.



Takip Edin

Çok Okunan Haberler